Geçtiğimiz yaz 34 GENÇ Gönüllüsü geride vasiyetlerini bırakarak Afrika’ya gitti. Gana’nın köylerinde iki ay boyunca sosyal faaliyetlerde bulunan kardeşlerimiz unutulmayacak günler geçirdiler. Çikolata renkli çocuklara ağabeylik yaptılar, tenleri simsiyah, yürekleri bembeyaz insanlara hidayet ulaştırdılar. Gün geldi kerpiç kardılar, gün geldi temizlik yaptılar. Açlığı, susuzluğu tattılar, sıtma ile savaştılar. Allah’ın kalplerine dokunduğunu hissettikleri anları yaşadılar ve yaşattılar. Sizinle ancak bize getirdikleri sımsıcak hikâyeleri, fotoğrafları ve hatıraları paylaşabiliyoruz; yüreklerinden yüzlerine yansıyan o anlatılmaz hâli sadece kendileri bilecek. Bize getirdiklerinden ne alırsak alalım, kârdır; ama biz esas alınacağı dönüp yine onlara söyleyeceğiz. Şöyle diyeceğiz: “Gittiğiniz yer sizindir güzel kardeşlerim, dünya size dar gelir, ebed sizindir.”
Gönlümüzün Ulaştığı Yerden Mesûlüz!
Ahmet Musa Bala
Afrika binlerce kilometre uzakta bile olsa biz kardeşiz. Onlar bizi bekler, biz onları isteriz. Hayat dediğimiz şu imkânlar havuzunda boğulurken, kaç kişi uzatır ki elini bize. Yanlış anlamayalım ve anlatmayalım: Biz kurtarıcısı olamayız Afrika’nın, yalnızca kurtulmak için uzatırız elimizi bu beyaz gönüllere.
Bir hedef çizilmeliydi ama nasıl bir hedef? Nasıl bir ufka sahip olmalıydı bu hedef? Ve bir ses yükseldi Sultantepe’den: “Gönlümüzün ulaştığı yerden mesûlüz.” Ve 34 arkadaş yollara düştük…
Gana, masum Afrika’nın zengin çocuğu… Vicdan azabına eş değerdir bakışları çocuklarının. 24 milyonluk nüfusuyla, yeşilliği, yer altı kaynakları, gelişen ekonomisi ve güler yüzlü insanlarıyla Afrika’nın incisidir Gana. Hatta land of smile (gülen yer) olarak bilinir burası.
İnsanların yüzlerinden hiç düşmeyen gülücükler Gana’ya adım attığınız ilk andan itibaren kendisini size hissettirir ve siz de bu kafilenin içine katılırsınız.
Gana yıllarca İngiliz sömürgesinde kalmıştır ve hâlâ bu etkiyi görmek mümkündür. 1957 yılında bağımsızlığını kazanmış ve cumhuriyeti ilan etmişlerdir. Bağımsızlık simgesi bayraklarına şu 4 rengi vermişlerdir; kırmızı, sarı, yeşil, siyah. Bayraklarındaki kırmızı renk; bağımsızlık savaşlarında döktükleri kanı, sarı renk; yer altı kaynaklarını (altın), yeşil renk; tarımı, siyah renk ise ten renklerini temsil etmektedir.
Gana, birçok Afrika ülkesinin aksine iç savaş yaşamayan, refah seviyesi diğer Afrika ülkelerine nazaran yüksek olan bir ülkedir. Halkın çoğu tarım ve ticaretle uğraşır. Gana’da hemen hemen yetmiş iki yerli dil vardır. Resmî dil İngilizce’dir. Müslümanlar kendi aralarında Hausa dili denilen yerli bir dil konuşuyor. Gana’da normal hayat standartlarındaki bir insanın hayattan iki beklentisi vardır: Yatacak kuru bir yer ve o gün karnını doyuracak bir yemek.
Herkes Bir Hesapta!
Hıristiyan misyonerlerin haklarını vermek lazım, çok güzel çalışıyorlar burada. Her beyaz misyoner kendine bir köy belirliyor ve o köyde o halkın yediği yemekten yiyerek, içtiği sudan içerek onlardan biri olduğunu hissettiriyor köy halkına. Ayrıca gideceği köyün dilini gitmeden önce öğreniyor ve onlarla çok daha samimi bir iletişim kuruyor.
Gana’ya yerel dinlerin dışında gelen ilk din İslam’dır. Medineli bir tüccar tarafından Gana İslam diniyle tanışmış ve şereflenmiştir. Şu an Müslüman sivil toplum kuruluşları dini eğitim ve İslami kültürün öğretilmesi hususunda çaba sarf ediyorlar. Ayrıca erzak dağıtarak ve kuyular açarak buradaki halka hizmet ediyorlar.
Gana’daki insanların bizlere ihtiyacı olduğunu ifade eden Gana Dış İşleri Bakanı’nın ağzından dökülen şu cümleleri sizlere aktarmak istiyorum: “Osmanlı devleti Kuzey Afrika’ya kadar gelmiş ve gittiği yerlere medeniyeti ve İslam’ı götürmüştür keşke Gana’ya da gelseydiler de bize de medeniyeti öğretseydiler.”
Osman Nuri Topbaş Hocaefendinin Afrika hakkında çok önemli bir sözü var. Diyor ki: “Afrika bizim ahiret vizemiz olacaktır.” Biz Müslümanların bu söze nail olabilmesi için çok çalışması gerektiğine ve dertli olması gerektiğini sizlerin de Afrika topraklarına geldiğinizde müşahede edeceğinizi düşünüyor ve Mevlamızın yardımcı olmasını diliyorum.
Yusuf’u Ağlatan Yusuf Sûresi
İlhan Yalım
14 Temmuz Cumartesi günü Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’nın Kumasi’de açmış olduğu, yaklaşık 110 öğrencisinin bulunduğu kreşteydik. Aşçı Yusuf kardeşimiz vardı. Çok sevdiği bir kız arkadaşı vardı ve onunla evlenmek istiyordu, ancak kızın bir isteği vardı Yusuf’tan: MÜSLÜMAN OLACAKSIN! Bu olay Yusuf’un anlattığına göre 2 yıllık bir mevzuydu. Ve bir gün kulağına güzel bir Kur’an sesi gelmiş. Fakat bu mest eden nidanın Kur’an olduğunu anlamamış. Gidip sorduğunda ise ‘Bu Yusuf Sûresi’dir’ cevabını almış. Öğrenir öğrenmez hiç durur muyum? Hemen birkaç arkadaş toplandık ve kendisine Yusuf Sûresi’ni okumak istediğimizi söyledik. Yemek yapıyordu ve işini bırakıp elbette isterim dedi. Başladım İmam Mahir’in edasıyla okumaya. Yusuf ellerini bağladı ve başını öne eğdi. Ben okudukça Yusuf’un gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Artık ortam dayanılmaz bir hâl almıştı. Herkes etkilenmiş, Yusuf ile birlikte hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Sûrenin bitmesine az kalmıştı ki Yusuf ağlayarak boynuma sarıldı. Artık okumakta güçlük çekiyordum. Bir yandan Yusuf ağlıyor bir yandan arkadaşlar ağlıyor sûre bitmek bilmiyor. Ve nihayet sûremizi bitirdik, tatlı bir sohbete koyulduk…
Kanatsız da Uçulabiliyormuş!
Zeynel Çobanoğlu
Büyük bir hayaldi küçüklüğümde İslam’ı anlatmak. İslam’ı yaşamak, dinime, vatanıma, milletime hizmet etmek, Kur’an’ın yolundan koşmak, Kur’an’a hizmet etmek… Bu anlayışa sahip olmadan önce pilot olmak isterdim. Arabayı herkes sürüyor, ben uçak kullanayım, farkım olsun demiştim. Sonra gördüm ki yerde de uçabiliyormuşsun. Kanatsız da uçuluyormuş hizmetle. Küçüğe büyüğe fark etmez, herhangi bir canlıya hizmet etmek seni hakiki kul kıvamına getiriyor…
Afrika bir hicret… İnsanın nefsinden kaçışı, dünyasından kaçışı, kendisinin yaradılış sebebini anlayacağı bir yer Afrika… Vicdan umresi. Bir hurmanın tokluğunu, bir kebabın açlığını, nefsin yemekle doymayacağını, bir kebabın yemek için yenmesindeki açlığı anladım… Bir şeyler için gittik Afrika’ya… Onlara bir şeyler göstermeye, belki öğretmeye… Kendim de çok şey öğrendim. Kulluğumu anladım. İnsanlığımı, zenginliğimin arkasındaki fakirliği…
Yalvarırım Gitme
Mücahid Durmaz
Gana ziyaretinden için iki ders çıkardım. Bir Afrikalı Müslümanla karşılaştığınızda görürsünüz ki imanı, karşısına çıkan tüm zorluklara karşı dimdik ayaktadır. İmanları açlığa, yoksulluğa, cahilliğe ve bütün zorluklara karşı işgal edilemez bir kaledir. Bu, modern yaşamın hercümerci içinde dağılan ve bugün bile kendi toprağında Müslümanca hayat konusunda bazı sıkıntılar yaşayan bizler için ders alınması gereken bir konu.
İkinci husus ise İslam’ın kardeşlik duygusunun ne kadar güçlü olduğuna bir kez daha tanıklık ettim. Farklı kültürün, farklı coğrafyaların ve farklı dünyaların insanları olsak da İslam çatısı altında buluştuk. Yusuflara, Ahmetlere, Süleymanlara doya doya sarıldık. Kim bir dostuyla sarılırken onun kalp atışlarını göğsünde hissetti? Hiç el ele camiye gittiğiniz bir dostunuz oldu mu? Ve bu yazıyı yazarken bile gözlerimin önünden gitmeyen şu hatırayı, tabutuma yatacağım vakte kadar unutmayacağıma yemin ettim:
Köyde beşinci günümde hastalandığımda şehre gitmek zorunda kaldım. Ve oradaki can dostum, kardeşim ve cennette buluşmak için dua ettiğim Ahmet Ticani’ye durumu anlattığımda yaşadığım o an, her hücreme saplanan bir bıçağa dönüştü. Kaburgalarımı kırarcasına, ‘’Yalvarırım gitme!’’ dercesine bana sarıldı. Kalbinin atışları göğsüme tek tek saplandı ve sarılmamız bittiğinde sağ omzum Ahmet’in gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu. Evet, İslam kardeşliktir.
Gana’nın, Mescid-i Aksa’nın, Halep’in dar sokaklarının, Kudüs’ün zeytin ağaçlarının, Şam’ın Emevi Camisi’nin tek bayrak altında toplandığı bir dünyada son nefesimizi Kelime-i Şehadet’le vermek niyetiyle.
Bambaşka Bir Tecrübe Oldu
Mustafa Aslantürk
Gana her yönden geliştiren, şükretmeyi öğreten bir ülke oldu benim için. Gönlümün ‘Kara’sını görmeme vesile oldu. Gana’da köyde kaldığımda şunu anladım. “Ne onlar seçtiler siyah olmayı, Afrika’da yaşamayı, yokluk çekmeyi; ne de biz seçtik beyaz olmayı, Türkiye’de binlerce nimetin içinde yaşamayı.” Benim onlardan, onların benden bir farkı yoktu. Ne kadar bolluk içinde yaşadığımı gördüm şükretmeyi öğrendim. Kreş inşaatında tuğla yapmayı öğrendim. Ve en önemlisi yüzlerce kilometre ötede bir kardeşimin olduğunu gördüm...
3 yaşındaki ‘Ba Ba’ oldu o masum bakışlarıyla beni etkileyen. Hep yanımdaydı. Kucağımda uyudu, yanımda namaz kıldı. Sûre okuttuğumda gözleri doldu. ‘Ba Ba benim Gana’daki kardeşim oldu. Köy halkı hep bizimle oldu.
Türkiye’ye döndüğümde bana Gana’dan kalan hatıra sıtma virüsüydü. Olsun, oranın suyundan, oranın sineğinden olsun. Kardeşlerimin her zaman karşı karşıya oldukları sıkıntı bende de olsun. Onlar bana her ne şart altında olursa olsun mutlu olmayı, şükretmeyi öğrenmeme vesile oldu. Gana benim için bambaşka bir tecrübe oldu.
Biz ne Obroni ne de Bibini’yiz, biz Müslümanız!
Ahmet Faruk Çelik
Yerel dilde zencilere Bibini, beyazlara ise Obroni deniliyordu. Dışarıya her çıkışımızda etrafımıza Obroni Obroni diye seslenen insanlar toplanıyordu. Biz de onlara biz Obroni değiliz biz Müslüman’ız diyorduk. Bir gün yine bize Obrani diye seslenen bir toplulukla karşılaştık. Yanımızda köyün müezzini Yusuf da vardı. Bize seslenenlere karşılık olarak “Biz ne Obroni ne de Bibini’yiz, biz Müslümanız” dedi.
Bizler gittik görme fırsatı bulduk oraları, orada çekilen sıkıntıları, oradaki ihtiyaçların neler olduğunu. Sorumluluklarımız bir kat daha arttı böylece. Şimdi de sizlerle paylaşıyoruz tüm bunları. Artık sizlerin de sorumlulukları artıyor. Hepimizin bundan sonra Afrika diye bir derdi olsun. Oradaki Müslüman kardeşlerimiz yalnız olmadıklarını bilsinler. Onlardan birkaçını kendimize kardeş edinelim. Yardımlaşalım, hediyeleşelim, mektuplaşalım. Fiziksel sınırları kaldıralım, aradaki engelleri yıkalım.
Gemileri Yakıp da Geldik!
Halil Katıksız
Gana’da beni en çok etkileyen ve heyecanlandıran şey, iki cümleydi. Birincisi bu projenin olması için bütün çaba ve gayretlerini sarf eden ve projeye önderlik eden Selman abimiz, köylere dağılmadan önceki akşam bütün arkadaşlarla birlikte Kumasi’de toplantı yaptı. Bir halka oluşturduk, Selman abimiz sözlerinin sonuna geldiğinde şöyle söyledi “Arkadaşlar isteyen bu geceden vasiyetlerini yazıp bana verebilir”. Sanki bir an havanın rengi değişti. İşin ciddiyeti anlaşıldı. Ne durumlar göze alınıp buraya gelindiği bir kez daha kalplerde yerini aldı. Büyüklerin dediği gibi havf ve reca (korku ve ümit) anı yaşandı. İkinci olayda Selman abimiz Nasruddin abimizle konuştuktan sonra Nasruddin abimizin kendisine şöyle söylediğini aktardı. “Sizler buraya gemileri yakıp da gelmişsiniz o zaman biz de türbelerinizi hazırlayalım”. Bu cümleleri duyduğum her an tefekküre daldım. Her aklıma geldiğinde farklı farklı hayaller kurdum. Bu cümleler bu programda insana nerde bulunduğunu anlatacak iki cümle. Benim de hayatım boyunca hep hatırlayacağım cümleler arasında olacaklar.
Gana Gana Git, Gana Gana Gel
Muaz Erdem
Bir gün akşam namazımızı kıldıktan sonra iftarımızı yaptık. Akşam namazı ile yatsı namazı arası 45 dakika olduğu için yaptığımız pilavı bitiremeden yatsı namazına durduk. Namazdan sonra pilavın üstünde çer çöp olduğunu gördük ve arkadaşımla beraber hayvanlar yesin diye pilavı bir kenara dökmek için dışarıya çıktık. Dışarı çıkmamızla, gecenin karanlığında etrafımızı saran çocukların tabaktaki bütün pilavı saniyeler içerisinde avuç avuç yemeleri bir oldu. Küçüklüğümde yemekleri beğenmediğim zaman annemin “Afrika’daki çocukları düşün” sözleri benim için tam o anda anlam bulmuş oldu.
Gana’da kazandığım önemli tecrübelerden biri de tebliğ vazifesiydi. Kaldığımız köyde o yörenin yerel dili olan Twi (çfui) dili konuşulduğu için bizimle beraber gelen Ganalı kardeşlerimiz tebliğ yapıyordu. Bizler de “beyaz” Müslümanlar olarak orada bulunuyorduk. Cibril adındaki Ganalı kardeşimizin vesilesiyle köyümüzde 3 kişi Müslüman oldu. Bu kişilerin Müslüman olmadan önceki hâli ile tebliğ esnasındaki hâli bambaşkaydı. Tebliğ esnasında gözlerinin içleri parlamaya başlıyor, adeta kalplerine bir muhabbet ve nur transferi oluyordu. Ben de bu manzarayı tarifi imkânsız duygular içinde izlemekle yetiniyordum.
Tanrı Onları Affetmeyecek!
Medya kirliliği olmadığı için Gana’da İslamafobia diye bir şey yok. Bu yüzden insanların İslâm’a karşı yanlış önyargıları yok. Dolayısıyla bir insanla 5-10 dakika konuşarak, onu çok rahat Müslüman yapabilirsiniz.
Gana’dan ayrılmadan önce, yıllarca Ganalıların Avrupa’ya köle olarak ihraç edildiği ve türlü işkencelere maruz kaldıkları Elmina Kalesi’ni gezdik. Kaleyi bize gezdiren Hıristiyan rehbere gezi sonunda “Avrupalıların size bunca işkence yapmasına rağmen niçin hâlâ onların dinine inanıyorsunuz?” diye sorduğumda aldığım yanıt oldukça trajikti: “Biz onları affettik ama Tanrı onları affetmeyecek!”
Allah Kalbime Dokundu
Abdurrahim Yüce
‘‘Gençliğini nerede harcadın?’’ diye sorulduğunda, az buçuk verecek bir cevabı bana nasip ettiği için Allah’a sonsuz şükürler olsun. Gana seferimizden bir hatıramı paylaşmak isterim:
Bir namaz çıkışı, caminin yanında birkaç ailenin çamaşır yıkadığını fark ettim. Annelerinin yanındaki çocuklara şeker vermek için çocukların yanına doğru yürüdüm. Cebimdeki şekeri almak için elimi cebime attığımda bir anda bir anne hızlıca koşup yanına yaklaştığım çocuğun önüne geçti. O kadar bağırdı ki neye uğradığımı şaşırdım. Yüzüne baktığımda korku içinde olduğunu gördüm, daha önce beyazlardan ne kadar zulüm gördüklerini o an anladım. Hâlâ beyazlardan çekiniyorlar ve hâlâ beyazların kendilerine zarar vereceklerini hissediyorlar. O korku ve telaş içerisinde annenin yüzüne baka baka elimi cebimden çıkardım, 2 şeker uzattım kadına. Şekerleri gören anne bir anda mahcubiyete bürünüp çocuğun önünden çekildi. Biraz da utandı ki başını önüne eğdi. Şekeri çocuğa değil anneye uzattığımda yüzündeki tebessümü hiçbir şeye değişmezdim gerçekten. Müslüman olduğumu söyledim ve çocuğa da şeker vermek istediğimi söyledim, izin verdi.
Kısa ve anlamlı bir hatıramı daha paylaşarak son vermek istiyorum sözlerime: Hastane ziyaretimizde hastanın biri ziyaretimizden çok etkilenerek Müslüman olmuştu ve şu sözleri söylemişti: ‘’Allah kalbime dokundu.’’
Ümmet Olmak Başkaymış
Yunus Emre Aydınbaş
Bizler Afrika’ya giden muhabbet yüklü kervanlardık, güler yüzümüzü, selamımızı ve içten kucaklaşmalarımızı götürdük, muhabbetimizi götürdük, şefkatimizi, merhametimizi götürdük. Götürecek başka bir şeyimiz olmadığından değil, götürecek daha değerli bir şey bulamadık. Başını okşadığımız çocukların “babacığım” demelerine şahit olduk, kardeşim diye bize sımsıkı sarılan Müslümanların kalp atışlarını kalplerimizde hissettik, Ramazan ayına girmemizle teheccüd vaktiyle başlayıp teravih namazı sonralarına kadar aralıksız sokakları dolduran zikrullah ve Kur’an-ı Kerim sesleriyle ruhlarımız itminan buldu.
“Bilmek başkadır olmak başka, sen olmaya bak olmaya” der Yunus Emre. Ümmetin ne demek olduğunu bilirdik de, ümmet olmak başkaymış. Ümmet olmak kardeşinin haliyle hallenmek, kardeşinin göz yaşlarını gönlünle silmekmiş, ümmet olmanın hukuku akraba olmanın hukukundan daha ağırmış. Yardım etmeye gittik yardım edilen olduk hamdolsun. Bizler için yegâne sığınak, barınak ve dayanak; Rahmet-i İlâhiyye’dir. Rahmet olunmayı umarak gönüller almaya gittik, gönlümüzü orada bıraktık geldik.
Afrika’yı Biz Kurtaramayız, Afrika ile Kurtuluruz!
Selman Demirkesen
Ganalı hayırsever Cafer abimiz, arkadaşım ve ben; üç kişi köy camisinin önünde sohbet ediyoruz. Bizden birkaç metre uzakta kuyudan doldurduğu ibrikle abdest almaya çalışan on yaşında bir çocuk, hafiften, ince ince, tane tane Fatiha Sûresi’ni mırıldanıyor. Arkadaşım ve beni gülümseten bu sahne sonrasında, Cafer Abimiz şaşkınlığımızı daha da artırmak istercesine şu cümleleri sarf etti: Bu çocuk, annesi ve babası Hristiyan olduğu halde, Müslüman çocuklara imrendiği için camimize geliyor, Kur’an okuyor… Duyduklarımıza inanamadık. Çoğunluğu gayrimüslim olan bir köyde böyle bir olaya şahit olmak bizi heyecanlandırdı. Heyecanlandırdı ama buruk bir hüzün geliyor akabinde. Yapılacak çok iş var, çok geç kaldık, buraları sömürenler Allah kelamını uzaklaştırdı ama sen yoktun diye sesleniyor vicdan.
Ben Afrika’da kuyu suyundan hazırladıkları çayı kapımızın önüne bırakan kardeşlerimizi özledim. Bu insanların kavgası bambaşka… Yüzyıllarca sömüren insanlara inat, dimdik ayakta kalabilmenin kavgası var burada. Bu ziyaretimizin maksadını oralara gitmeden anlayamamıştım. Ancak bizleri sıcacık karşılayan siyah derili kardeşlerimiz ile sarılmak bambaşka. İşte bütün mesele bu... Biz oraya din kardeşlerimizi ziyaret etmeye gitmiştik. Kilometrelerce uzakta bile olsak biz kardeşiz. Onlar bizi bekler, biz onları isteriz. Hayat dediğimiz şu imkânlar havuzunda boğulurken, kaç kişi uzatır ki elini bize. Yanlış anlamayalım ve anlatmayalım. Biz kurtarıcısı olamayız Afrika’nın, yalnızca kurtulmak için uzatırız elimizi bu beyaz gönüllere.
Cilbabımda Çikolata Çocuk
Ensar Yalnız
Günlerden “Mübarek” bugün. Gana’nın bol tefekküre elverişli köyü Ahyıresu’da Cuma namazı öncesi hazırlık zamanı. Kakao ülkesinde olup da çikolata yiyememek çok kötü bir şeymiş. Çikolatayı da ne kadar severim hani. Onun yokluğuna inat bembeyaz cilbabımı giyip camide yerimi aldım. Bir siyah, iki siyah, üç siyah derken nurla doldu camii. Çıktılı hutbe ile değil terli bilgi ile hayalî minbere çıktı imam. Hani şu yemek yemekten şişirdiğimiz karnımızla tırmanamadığımız merdivenli olan. Bir de başlamaz mı twi (çfui) dilinde konuşmaya!
Uzun uzadıya bir hutbe dinleyerek ferahlattık içimizi. Ne mi anladık? İki kelime yetti bize: Allah (cc) ve Hz. Muhammed (sav). Meğer burası da bizimmiş ya da biz buranınmışız. İşte ümmet ruhu bu dedim içimden, sarılmak isteyerek birine sıkıca. Paytak paytak, konuşmayı bilmeyen bir çocuk kollarını açarak yanaştı. Cilbabımın ortasına yumuşak bir iniş yaptı. Bu ülkede saflığın çikolata koktuğunu anladım o an. Alabildiğine çikolata kokan bebek kokusunu çektim içime. Karşılığında da sımsıkı sarıldım ona. Kara eller suratımda şaşkınlık ve mutlulukla gezerken, cilbabımda çamurlu ayak izleri olmuş, kimin umurunda...
Kızıl Elmamız Afrika!
Taha Aslan
Afrika’da sorun maddiyattan ziyade maneviyat sahasında. Bu insanlar başkalarına ve kendilerine olan güvenlerini kaybetmişler. Çünkü o topraklara giden topluluklar -Müslümanlar dışında- hep çalmışlar. Hiçbir zaman bir şey veren olmamış ya da verdiyse bile misliyle geri almışlar. Hal böyle olunca Afrikalılar hem korkmuş hem de tüm insanlara kızmışlar. İşte biz, bu makineleşmeye başlayan insanların kalplerine sıcak bir dokunuş ya da umut ışığı olmak için oradaydık. Beyazları zengin, gayrimüslim ve hırsız zanneden insanlara “bütün beyazlar öyle değildir” dedik. Sürekli kendilerini köle, beyazları efendi zanneden insanlara Müslüman beyazlar olarak hizmet ettik. Bazen işçi gibi çalışıp aramızda hiçbir fark olmadığını gösterdik. Bir tebessümle, ufak şekerlerle, birkaç küçük cümleyle umut aşıladık. Ve ben şunu gördüm; bu insanların bir yardım eline ve sadece Allah için seven kardeşlere paradan çok daha fazla ihtiyaçları var. İşte bu yüzden Afrika bizi ve SİZLERİ bekliyor.
Çocuklara Şeker Verme, Kur’an Ver!
Ömer Faruk Küçük
Gana’da unutamayacağım bir hadise yaşadım. Gana’nın ikinci büyük kenti olan Kumasi’de alışverişe çıkmıştık. Köylerdeki çocuklar için hediye alıyorduk. Arkadaşlar bir dükkândan alışveriş yaparken ben de çevrenin fotoğraflarını çekiyordum. Sonra bir kadın yanıma geldi. Kıyafetinden Müslüman olduğu anlaşılıyordu. Ben de takke takıyordum. Müslüman olup olmadığımızı sınamak için sanırım bazı sorular sordu. Nerden geldiniz, niye geldiniz gibisinden. Kısaca anlattım kendisine neden buraya geldiğimizi. Sonra emin olmak için sanırım benden Kur’an okumamı istedi. Fatiha Sûresi’ni okudum, hoşuna gitti. Devam etmemi istedi Fil Sûresi’ni okumaya başladım, yarısından sonra kendisi devam etti. Daha sonra etrafına çocukları topladı ve onlara bir iki sûre okuttu. Çocuklar toplu halde çok güzel okudular. Benim çok hoşuma gitti. Onlara şeker vermek istedim ama kadın bana onlara şeker verme, onlara Kur’ân ver dedi. Çok etkilendim ve anladım ki bu insanlar İslam’a açlar...
Birinin Adı Rabia, Diğerinin Sümeyye Artık
Talha Özpınar
Gana’da bize duyulan ilgiyle, bize bakan gözlerle ve tertemiz duygularla bugüne kadar hiçbir yerde karşılaşmadım. Nyinahin kasabasında 5 arkadaş iki hafta geçirdik. Çocuklarla ilgilenmeye başlayıp samimiyeti kurduk. Daha ilk günden caminin önünde ağlayan bir kız çocuğu gördüm. Elimdeki içeceği verdim ve elinden tutup konuşmaya başladım. Öylesine kendine bağlayıcı bir saflığı vardı ki köyde Nyinahin’de kaldığım süre boyunca o olmadan geçirdiğim zaman çok nadirdir. İsmi Cindia’ydı. Daha 4 yaşındaydı. Her gün camiye geliyordu ama hiçbir çocuk onunla arkadaşlık kurmuyordu. Cindia ise sürekli ağlıyordu.
Bir gün kasabadan bir çocuk yanıma gelerek Cindia’nın ve ailesinin Müslüman olmadığını ve onun camiye girmesini istemediklerini söyledi. İşte o zaman artık ailesiyle konuşma zamanımız geldiğini, bizi uyaran çocuğun da buna vesile olduğunu düşündük. Arkadaşlarımızla Cindia’nın oturduğu eve gittik. Annesi bizi çok samimi karşıladı, bizi dinleyebileceğini belirtti. Nyinahin’de konuşulan yerli dili bilen bir arkadaşımız Cindia’nın annesine İslam’ı anlatmaya başladı. Cindia’nın annesi hem merakla dinliyor hem de sorular soruyordu. Herhangi bir din hakkında bilgisi olmadığını ve İslam’ın güzelliğini yaşamak, İslam hakkında daha çok şey öğrenmek istediğini dile getirdi. Orada o gün Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oldu. Kendisine orada arkadaşlarımızla Hz. Rabia annemizin ismini verdik. O günden sonra Rabia diye seslendiğimizde o tebessümlü bakışını hiçbir zaman unutmayacağım. Cindia’ya gelince; İslam’ın ilk kadın şehidi olan Hz. Sümeyye annemizin ismini de ona verdik. İsmine çok çabuk alıştı ve sevmiş gibi görünüyordu.